İçeriğe atla

Çalıkuşu

Vikisöz, özgür söz dizini

Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin'in ilk defa 1922'de tefrika edilmeye başlanıp 1923'te kitap olarak yayımlanan, 1937'de büyük değişikliklerle tefrika edilen romanıdır.

Alıntılar

[değiştir]

Birinci Kısım

[değiştir]
  • Dördüncü sınıftaydım. Yaşım on iki kadar olmalı. Fransızca muallimimiz Sör Aleksi, bir gün bize yazı vazifesi vermişti. "Hayattaki ilk hatıralarınızı yazmaya çalışın. Bakalım neler bulacaksınız? Sizin için güzel bir hayat temini olur," demişti.
  • Ne zaman derin bir üzüntüye kapılsam gözlerim parlar, tavır ve hareketlerim neşelenir, içim içime sığmaz olur. Dünyayı hiçe sayıyormuşum gibi kahkahalarla gülerim, türlü gevezelik ve delilikler yaparım.
  • Bahçede kuru bir ağaç vardı. Fırsat buldukça oraya tırmandığımı ve tehditlere kulak asmadan teneffüs sonuna kadar daldan dala atladığımı gören muallim bir gün, "Bu çocuk insan değil, çalıkuşu!" diye bağırmıştı. İşte o günden sonra adım unutulmuş ve herkes beni "Çalıkuşu" diye çağırmaya başlamıştı.
  • Deli, sevmek ayıp mı?
  • İnsan, birini sevmek felaketine uğradı mı, esir gibi bir şey oluyor.
  • Yeni yakalanmış bir kuşun yüreği, göğsünde nasıl atarsa benimki de öyle atıyordu. Fakat zannederim ki, beni bıraksa da artık kaçmaya kuvvet bulamayacaktım.
  • Kâmran, ben sadece senden değil, senin olduğun yerlerden de nefret ediyorum.

İkinci Kısım

[değiştir]
  • Ne arsız gönlüm var benim? Etrafımdaki insanları ne kadar çabuk seviyorum.
  • Kâmran, görüyorsun ki, bizi her şey birbirimizden ayırıyor. Seninle artık iki düşman bile değiliz; birbirimizi hiç, ama hiç görmeyecek iki yabancıyız.
  • Mektepte bize bir şiir ezberletmişlerdi. İnsan, yaşadığı yerlerde beraber bulunduğu insanlara görünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan keman telleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar, hep birinin gönlümüzden kopup ayrılması, bir ayrı sızı uyandırırmış. Bunu yazan şair ne kadar haklıymış!
  • Ümitsiz hastalıkların, mukadder felaketlerin son bir ilacı vardır: Tahammül ve tevekkül. Elemlerde bir giz, şefkat var gibidir. Şikâyet etmeyenlere, kendilerini güler yüzle karşılayanlara karşı daha az zalim olurlar.
  • Sen, kurşunla vurulanları hiç işitmedin mi, be hemşireceğim? Bazıları, vurulduklarının fakında bile olamazlar, üç beş adım koşarlar, kaçıp kurtuluyoruz sanırlar. Yara sıcakken acımaz, hemşireceğim. Hele bir kere soğumaya başlasın. Sen bak, seyret o kızcağız nasıl yanıp yakılacak?..
  • Mektepler açılacağı vakit başka bir yere razıyım. Öyle bir yer ki, beni üzsün, uğraştırsın, ziyanı yok, fakat kendi kendime yalnız bıraksın.

Üçüncü Kısım

[değiştir]
  • Mektep, cami gibi mukaddes bir yerdir. Onu dedikodudan, iftiradan, daha sair lekelerden korumak bizim için en büyük vazifedir.
  • Kuşlar, ne istediğini bilmeyen zavallı, akılsız mahluklar. Kafesten kaçıncaya kadar türlü türlü üzüntüler içinde çırpınıyorlar. Fakat, sanır mısınız ki, dışarıda daha fazla bahtiyar olacaklar? Hayır, buna imkân yok. Ben, öyle sanıyorum ki, bu biçareler her şeye rağmen kafeslerine alışıyorlar, açık havaya kavuştukları zaman bir dal üstünde, başlarını kanatları içine gizleyerek geçirdikleri gecelerde sabaha kadar bu kafesi düşünüyorlar, küçük gözlerini pencerelerin aydınlığına dikerek hasret çekiyorlar. Kuşları zorla kafeslerde alıkoymalı Müdire Hanım, zorla, zorla.

Dördüncü Kısım

[değiştir]
  • Kâmran, ben, seni sevmesini, senden ayrıldıktan sonra öğrendim.
  • Kâmran, biz asıl bugün birbirimizden ayrılıyoruz. Ben, asıl bugün dul kalıyorum... Bütün olan, geçen şeylere rağmen, sen yine bir parça benimdin; ben bütün ruhumla senin...
  • Zehri şurupla, daha bilmem ne haltla karıştırıp yudum yudum içmek pis şey, iğrenç şey. Felâketi ağır ağır haber vermek testere ile adam kesmeye benzer.
  • Hangi ümide sarılsam elimde kalıyor, neyi seversem ölüyor.
  • Aydınlık, hasta gözleri nasıl incitiyorsa, saadet de hasta gönülleri öyle sızlatıyor. Hasta gözler gibi hasta gönüller için de karanlıktan iyi ilaç yok.

Beşinci Kısım

[değiştir]
  • Dağlarda ismini bilmediğim bir ot yetişir. Feride, insan, onu daima koklarsa, bir zaman sonra kokusunu daha az duymaya başlar. Bunun ilacı, bir zaman kendini ondan mahrum etmektir. Bu ot, güzel kokusu için bazen mihnete de uğrar, insanlar, onu parmaklarının arasında örseler, hırpalarlar. Feride, seni bu ıstıraptan derinleşmiş gözlerin, mahzun düşüncelerden yorulmuş güzel yüzünle ben, bu hırpalandıkça kokusu artan çiçeklere benzetiyorum.
  • Beni asıl yalnızlık yordu.
  • Çalıkuşu, bu sefer kırlangıç kuşlarına benzedi. Kanatlarının altında adeta bir bahar getirdi. Yazık ki bir gün daha geçti.
  • Söyle bana Feride, bu kadar derin bir vefayı, bu kadar ince bir ruhu, bu küçük Çalıkuşu göğsünün neresine saklamıştın.

Altıncı Kısım

[değiştir]
  • O sene Kamran, birçok defa mektebe uğradı. O kadar çok ki, her kapı açılışında beni parluvara çağırmaya geliyorlarmış gibi yüreğim hopluyordu. Bütün sınıf onun bana getirdiği şokolalar, kurabiyeler, pastalarla geçindi diyebilirim.
  • O günden sonra Kamran ne zaman mektebe geldiyse bir bahane uydurdum, yanına çıkmadım. Getirmekte devam ettiği kutuları sınıfta, yahut bahçede yırtarak açıyor, içindekilerini, bir tanesine el sürmeden, çocuklara yağma ettiriyordum.
  • İstedikleri ahlaksızlığı yapsınlar... Bana ne. Fakt beni arada oyuncak etmeleri fena halde gücüme gidiyordu. Bu, aklıma geldikçe vücuduma ateş basıyor, hiddetten ağlamamak için dişlerimle dudaklarımı kanatıyordum.

Yedinci Kısım

[değiştir]
  • Deniz bu mevsimde çok güzel ve sakindi, fakat neşesizdi. Bazen saatler geçer, üzerinde bir yelken, ince bir duman parçası görünmezdi. Hele akşamüstlerine doğru sular insanı hasta edecek kadar genişliyor ve yalnızlaşıyordu.
  • Zavallı kız, sapsarı kesilmişti. Bir kelime söylerse muvazenenin bozulmasından korkuyor gibi ağzını, gözlerini kapıyor, elleriyle ssaçlarıma sarılıyordu.

Sekizinci Kısım

[değiştir]
  • Bayırın kenarına gelmiştik. Yerden taş toplayarak denize atmaya başladım. Müjgan da bana uydu. Fakat zavallı, hem taş atmasını bilmiyordu, hem de kolları kuvvetsizdi.
  • Ne demek istediklerini gayet iyi anlıyordum. Fakat anlamak işime gelmediği için görmezlikten geliyor, ağaçların arasında tekrar kendimi kaybediyordum.
  • Gece yağmur yağdığı için havada tatlı bir sonbahar serinliği vardır. Dumana, sise benzeyen şekilsiz bir bulut, güneşi saklıyor, denizin durgun yüzünde nereden geldiği belli olmayan uçuk bir aydınlık titriyordu.

Dokuzuncu Kısım

[değiştir]
  • Arka bahçede, büyük bir gürgen ağacına asılı, bir kolan salıncağı vardı. Bazı günler komşu çocuklarını toplayarak, burasını bayram meydanlarına çevirirdim.
  • Hafif bir sersemlikten sonra gözlerimi açtığım zaman kendimi teyzemin kucağında buldum.

Islak bir mendille şakaklarımı siliyor: - Bir yerin acıyor mu, kızım? diyordu. - Hayır teyze, dedim. - Öyleyse niçin ağlıyorsun? - Ben mi ağlıyorum, teyze? - Gözlerindeki yaşlar ne? Başımı teyzemin göğsüne soktum: - Düşmeden evvel ağlamış olacağım, teyze dedim.

Onuncu Kısım

[değiştir]
  • Kâmran bir gün bana:

- Biliyor musun Feride, beni bedbaht ediyorsun dedi. Kendimi tutamadım:

- Şimdiden mi? dedim.

Bu suali, o kadar komik bir hayretle sormuştum ki ikimiz de gülmeye başladık. - Müjgân'a söylediğini bir kere de senin ağzından işitmek istiyorum. Zannederim ki, bu benim hakkım.

Müjgân'a ne söyledğimi hatırlamıyormuşum gibi yalandan gözlerimi havaya kaldırdım, düşündüm. Sonra:

- Evet, ama, dedim. Müjgân kız. Cariyeniz de zannederim, öyle. Aramızda konuştuğumuz her şey herkese söylenemez.

- Ben herkes miyim?

- Yanlış anlamayınız. Tipiniz biraz kadın tipi olmasına rağmen erkeksiniz. Demek ki bir kız arkadaşa söylenecek her şey bir erkeğe tekrar edilmez.

- Ben senin nişanlın değil miyim?

- Galiba bozuşacağız. Biliyorsun ki ben bu kelimeyi istemiyorum.

- Görüyorsun ki kendime bedbaht demekte hakkım var. Yine belki ağzıma vurursun diye kelimeyi söylemeye cesaret edemiyorum. Fakat sana karşı, kimse için duymadığım bir his var içimde...

Ne vakitten beri kaçtığım kapana tutulmak üzere olduğumu anladım. Konuşursam, ya sesim titreyecekti, ya başka bir münasebetsizlik yapacaktım. Kâmran'ın sözünü ağzına bırakarak sokağa doğru bir koşu kopardım.